FATİH GENCER

Tarih: 29.04.2025 13:19

Kutuplaşmaya Dair Bazı Gözlemler

Facebook Twitter Linked-in

Kutuplaşma, toplumun fikir, moral ve motivasyon birliğinin parçalanması, ortak hareket etme yetisinin yok olması, müşterek hedefler belirleme ve bunlara ulaşma potansiyelinin ortadan kalkması olarak tanımlanabilir. 
Kutuplaşma topluma bu denli zarar verdiği ortadayken o halde bir toplum neden kutuplaştırılır? Toplumun sinir uçlarını iyi bilen kişilerin veya dış güçlerin, (rakip devletlerin, küresel sermayenin) halkın hangi durumda hangi olaylara ne denli tepki verebileceğini hesaplayan bir takım çıkar gruplarının, bu süreci başlattığı, yönlendirdiği ve sürekli hale getirdiğini ileri sürebiliriz. Bunlar şahsi çıkarlarını uzun vadede korumak, yeni menfaat alanları elde etmek için toplumsal fay hatlarını harekete geçirirler. Ancak bu kesimler yaptıklarının toplumun yararına olduğu iddiasında bulunurlar ve işin ilginç tarafı kutuplaşan toplumun bir tarafından da destek alırlar. Aslında bunlar tıpkı ortaçağda devletin yekvücut hareket etmesini engelleyen dere beyler gibidirler. Modern dere beyler zihinlere ve gönüllere inşa ettikleri yüksek surların ardına sığınarak hareket alanlarını olabildiğince genişletme çabasındadırlar.
Bu süreçte insanlar karşı tarafı neredeyse görmemekte, bundan dolayı karşı tarafı gördüğünü iddia eden kişilerin fikirlerini akıl süzgecinden geçirmeden kabullenmektedirler. Böylece karşı tarafın düşman olduğuna ve kendisi gibileri yok edeceğine yönelik sürekli telkinlere maruz kalmaktadırlar. Bu durum kaçınılmaz olarak hastalıklı bir ruh halinin oluşmasına yol açmaktadır.  Artık kişiler sadece düşman olduğu söylenen kesimlerin hatalarını görebilmekte, onların iyi şeyler yapabilme ihtimalini düşünmemekte ve kendi tarafının hatalarına çeşitli gerekçelerle kayıtsız kalmaktadırlar.
Böylece niyet okumalar, yaftalamalar, hakaretler sıradanlaşır, en çok incitecek kelimeler özenle seçilir, küçük düşürmek için itinayla kurulan cümlelerin sonu gelmez. Karşı taraf ne kadar incitilirse başarı o denli parlak olur. 
Bu süreçte tüm toplum taraf olma baskısına daha doğrusu psikolojik şiddete maruz kalır. Bu toplumsal baskı daha çok araftakilere yöneltilir. İnsanlar hiç olmadıkları veya olmak istemedikleri karakterlerin rollerini üstlenmek zorunda kalabilirler. Böylece ahlaki ve etik değerlerle birlikte kişilerin gerçekliği de belirsizleşir. Bu durum kaçınılmaz olarak kendine yabancılaşma sürecine de yol açar. Artık toplumsal baskı sebebiyle sahte kimliklerin gölgesine saklanan kişiler, herkesin taktığı bir maske ve kimseye ait olmayan bir yüzle yaşamak zorunda kalırlar. 
Kutuplaşmanın hüküm sürdüğü toplumda gerçeklik artık solmuştur; yıllara yenik düşmüş bir kumaş gibi, dokusunu ve netliğini kaybedip tamamen tanınmaz hale gelir. Toplumun önemli bir kısmı sadece kendi sesinin yankısına kulak verir. Kişiler lanetledikleri bireylere nefes sıcaklığını hissedecek kadar yakındırlar, ama seslerini asla duymazlar. Bu yüzden herkesin kendi medyası, kendi sanatçısı, kendi gazetesi ve ne olursa olsun itaat edeceği kendi lideri vardır. Hatta bu durum akademiye de yansımış, hocalar ve üniversiteler de paylaşılmıştır. Üstelik akademisyenler ve hukukçular bile solmuş gerçekliğin rengi konusunda uzlaşamazlar. Böylece gerçeklik tamamen parçalanmış, iki kesimin sıkı sıkıya sarıldığı kırıntılara dönüşmüştür. Herkes haklıdır ama yeterince değil. Sonu gelmeyen gerçeklik krizi, daha üst zirvelere tırmanmak isteyen kutuplaşmayı her seferinde yeniden ve daha güçlü bir şekilde yaratmaktadır.  Gerçeklik krizi insan kavramını da yok derecesine indirgemiştir. Hem iyi hem kötü olan, mantıklı hareket edebildiği gibi hata da yapabilen insan artık yoktur. Bulunduğu tarafa göre şekil alan, aynı anda hem melek hem de şeytan olan bireyler boy göstermeye başlamıştır. 

Kutuplaşan toplumda yürekten kopan, sevgiyle beslenen en güzel duyguları dile getiren kelimeler, yolunu ve manasını kaybetmiştir. Nezaket, naiflik ve zarafet hayata tutunamamış, gerçek anlamlarını buldukları yegâne yer olan sözlüklere sığınmışlardır. Artık kutuplaşma kronikleşmiştir. Kronik kutuplaşma toplumun gönlünde özgün fikirlerle filizlenen ortak dünya, ortak dil ve ortak gelecek umutlarını yok eder. 
Bu ortamda önemli olan fikrin değeri değil, ne pahasına olursa olsun kimliğin diğerlerine dayatılmasıdır. Böylece asla galibi olmayacak yapay kimlik savaşları toplumsal bağları birer birer ortadan kaldırır. En kutsal amaca giden bu yolda başkalarının iradesi değersizdir. Sadece mutlak bir itaat yeterli değildir, kesin bir onay beklendiği için diğerlerine susma hakkı bile çok görülür. 
Kimlik savaşları sadece fikirlerin değil liyakatin de katilidir. Bireyler savaştaki maharetlerine, yani karşı tarafı ne kadar incittiklerine göre statüler elde ederler. Hesap verilebilirlik masallara konu olabilecek kadar uzak ve fantastik bir kavramdır. Kendi tarafını sorgulamak en büyük günahlardan biri olmuştur. Ne olursa olsun her durum ve şartta tarafını savunmak adeta bir iman meselesi gibi görülmektedir
Bu süreç haliyle, gerçek sorunların gün yüzüne çıkmasını engeller. Yüzeysel ve suni meseleler ülkenin en önemli gündemi olur. Kitlesel linçe maruz kalma korkusu büyürken, susmak hayatta kalma stratejisine dönüşür. Konuşursan kaybedersin hissi tüm topluma yayılır. Oto sansürü kabullenmek normalleşir. Böylece düşünce ve fikir hayatı yok olmaya başlar. Artık toplum iç ve dış tehditleri tamamen göremez hale gelir. Tüm bunların sonucunda toplum eş zamanlı ve eşgüdümsel olarak harekete geçemez, yani felç olur. Böylece kutuplaşma bir millet için gerçek anlamda bir beka meselesine dönüşür. 
Bir asırdan fazladır devam eden galibi olmayan kimlik savaşı milletimizi adeta esir almıştır.  Bu durum gösteriyor ki kutuplaşma bize atalarımızdan kalan kötü bir mirastır. Geçmiş ile günümüzdeki tek fark çatışan yapay kimliklerin sayısındaki artıştır. Şüphesiz bizden önceki nesilde kutuplaşmanın vahim sonuçlarını öngörenler olmuştur. Muhtemelen o dönemde de hiç kimse gerçekten duymak istemediği için itiraz eden kişilerin feryatları boş gürültüler arasında kaybolmuştur. Şu an ne yaparsak yapalım geçmişi değiştirme imkânımız yoktur. Ancak geçmişteki hatalarımızı dikkate alıp yeni bir gelecek inşa etmemiz hala elimizde. Bu kötü mirasın bizden sonraki nesillerin hayatlarını karartmasına daha fazla müsaade edemeyiz. Unutmayalım ki boşa geçirdiğimiz her bir saniye çocuklarımızın ve torunlarımızın hayatından çalınmış ve telafisi mümkün olmayan tek gerçek servetimizdir. 
Kutuplaşmanın zirveye ulaştığı şu an, aynı zamanda insanlık tarihinin belki de en köklü ve sarsıcı değişimlerinden birine sahne olmaktadır. Ancak bu değişim, geçmişte olduğu gibi yalnızca ulusların, medeniyetlerin ya da bölgelerin yükseliş ve düşüşleriyle sınırlı kalmayacak gibi görünüyor. Artık mesele; insan olmanın anlamının ve bu anlam etrafında kurulan tüm değerlerin erozyona uğramasıdır. Etik, ahlak, medeniyet, kültür, din ve insana dair tüm kadim kavramlar, hızla yok olmaktadır. Muhtemeldir ki yakın gelecekte, insan, yalnızca tüketen, üreten ve işlevsel olduğu sürece değerli sayılan bir “kaynak” olarak görülecek. İşte bu noktada, insana yapılan her türlü yatırım bir israf kalemi gibi algılanacak. Bugün, farklı düşünenin yaftalandığı, empati ve diyalogun unutulduğu bu ortamda, yaklaşan bu insanlık krizine değil çözüm üretmek, tehdidin varlığını bile kavramak imkansız hale gelmiştir. 
Ey aklıselim! Bu gidişe dur demenin vakti gelmedi mi? Şerefimizi, haysiyetimizi muhafaza ederek yaşamak hepimizin arzusu değil mi? Hepimiz fikirlerimizi özgürce dile getirdikten sonra korkusuzca ve huzur içinde uyumak istemiyor muyuz? Hepimizin en önemli amacı tüm endişelerimizden kurtulmuş olarak mutlu bir şekilde yaşamak değil mi? Sadece insan olmakla hak ettiğimiz hakları daha ne kadar süre birbirimizden esirgeyeceğiz? Hemen şimdi insan onuruna yakışır bir yaşamı hayata geçirmemiz, sadece kendimize değil tüm insanlara bir umut ışığı olmamız gerekmiyor mu? Daha ne kadar bakıp da görmemeye devam edeceğiz?


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —