Toplumsal çürüme sessizce başlar. Önce küçük yanlışlara göz yumulur, sonra yanlışlar büyür; sonunda doğru ile yanlış arasındaki çizgi belirsizleşir. Bugün tam da böyle bir dönemdeyiz; küreselleşme ile başlayan baş döndürücü bir değişime, ahlak ile rant arasında amansız bir mücadele eşlik ediyor. Bu çatışmanın izleri, bizim ellerimizle, bizim bilincimizle şekillenen; ama ahlakın değil, hırsın damgasını taşıyan yaşadığımız çevrede açıkça görülüyor.
İnsani değerlerin yok olmak üzere olduğu günümüzde kapitalist sistem her geçen gün insan aleyhine güçlenmekte ve adeta insana yaşam hakkı tanımamaktadır. Bu durum, beraberinde ciddi bir rant tehdidi ve derin bir liyakat krizi getiriyor. Böylece, etik ve ahlaki değerlerin ve adalet sisteminin varlığı giderek belirsiz ve tartışmalı hale geliyor. Bu gidişat fikir hayatımızı, manevi dünyamızı daha da vahimi çocuklarımızı ve geleceğimizi etkiliyor.
Tarih boyunca inanç ve düşünce sistemleri, insan hayatına anlam katma iddiasında oldular. Ne var ki, kapitalist sistem, bu iddiayı büyük ölçüde manasızlaştırdı; inançlar ve düşünceleri, rant elde etmenin araçlarına dönüştürdü. Böylece insan hayat ve şahsiyetini yüceltme iddiasındaki sistemler olabildiğince pasifleştirildi. Eyleme dönüşmeyen düşünce, hayatı disipline etmeyen inanç; yalnızca dış görünüşü tamamlayan, içi boş bir aksesuara dönüştü. Tıpkı derecesiz bir gözlük gibi.
Ne yazık ki parayla aksesuar haline getirilen değerlerin satın alınabileceği düşünülüyor. Bir hırsız, sahip olduğu ekonomik güçle dürüstlük maskesi takabiliyor. Kimileri elde ettikleri sahte diplomalarla statü sahibi olabiliyor. Bunlar toplum yararı için düzenlenen faaliyetlerde halktan birini, gösterişli törenlerde vatanperveri oynayabiliyorlar. Ama maskelerin ardındaki gerçek yüzlerini saklayamıyorlar.
Oysa toplumların ayakta kalmasını sağlayan, böyle sahte kişiler değil, değişimin gerçek itici gücü, çalışan üreten faal insanlardır. İşte bu yüzden bir toplum ortak bir kimlikten daha çok ortak bir emek birliğidir. Bu birliğe her kişi yeteneği, bilgisi ve gücü ölçüsünde katkı sunar. Toplum, fikir üretenlerin cesareti, emek verenlerin azmi ve doğruyu savunanların direnciyle beslenir. Çalışan eller, düşünen zihinler, harekete geçen vicdanlar olmadan hiçbir toplum ayakta kalamaz.
Toplumun varlığını tehdit eden aksaklıkların düzeltilmesi için her şeyden önce eylem gereklidir. Ne yazık ki günümüzde ilk adımın başkasından beklenmesi, “artık değişmez düşüncesini” ve bezginliği besliyor. Giderek yayılan bu ümitsizlik ahlaklı insanı ulaşılmaz bir figüre, göklerden gelecek bir kurtarıcıya dönüştürüyor. Böylece insanlar kendi potansiyelinden vazgeçiyor. Bu tutum ise insan doğasına aykırı ve kadim değerleri bile çürüten bir pasifleşmeye yol açıyor. Üstelik bu pasiflik, zihinsel, duygusal ve nihayetinde ahlaki bir geri çekilmeye yol açıyor.
Ahlaklı insan olağanüstü işler başaran insanüstü bir varlık değildir. Küçük dokunuşlarla bile büyük etkiler yaratabilir. Selam vermek, şefkatle bir çocuğun başını okşamak, yerden küçük bir çöp kaldırmak gibi davranışlar bazen en havalı diplomalardan bile daha değerlidir. Çünkü bu sıradan davranışlarla çocuklarımıza güzel örnek olmak belki de en büyük toplumsal katma değer yaratmaktır. Bu basit eylemlerin temelinde, büyük bir medeniyeti inşa edecek bir ruh gizlidir.
Bizler binlerce yıllık bir döngünün son halkasıyız; her bakımdan atalarımızın ürünleriyiz. Bugünkü sosyal, ekonomik ve kültürel durum, bize onların bıraktığı bir mirastır. Milletler kişilerin faaliyetleriyle yükselir; yine şahısların yanlış eylemleriyle de çöker. Bu farkındalık, aynı zamanda bir tarih bilincidir. Yoldaki bir taşı kaldırmak, “insanlar zarar görmesin” düşüncesinin ürünüdür; bilinçli ve aktif bir eylemdir. Peki, geniş bahçeleri, tarım arazilerini beton yığınlarına çevirmek, yolları binalarla daraltmak nedir? Bunlar, binlerce insanın yaşam alanını kısıtlayan, gelecek kuşaklara sorun bırakan, üstelik bilerek ve isteyerek yapılan ihlaller değil mi? Bu “kitabına uydurulmuş” ve en az iki neslin hayatını olumsuz etkileyecek eylemlerin tek amacı bir avuç insanın rant elde etmesidir. Gerçek anlamda bir milliyetçi, dindar ya da vatansever, böyle bir miras bırakmak ister mi? Kesinlikle istemez.
Rantçılar varlıklarını sürdürmek için emperyalizmin yöntemini benimserler. Toplumu olabildiğince çok parçaya ayırır, gruplar arasında ayrılık ve güvensizlik tohumu ekerler. Kutuplaşmayı derinleştirdikçe, toprağı yeşertmek yerine betona boğar, üretimi desteklemek yerine emeği sömürürler. Bunlar gelecek umudumuzu şimdinin ihtirasına kurban eden kokuşmuş zihniyetin vücut bulmuş halleridir. Varlıkları, lağım çukurundaki bir fareden bile değersizdir. Doyumsuz, utanmazdırlar ve hep daha fazlasını elde etmenin peşindedirler.
Rant insanı doğasından uzaklaştırır, onu emek birliğinden koparır. Üretmeyen, katkı sunmayan, yalnızca tüketen ve rant peşinde koşan kişi; toplumun geleceği için büyük bir tehdittir. Rant, toplumun kanını emer, onu güçten düşürür ve savunmasız bırakır. Üstelik çok hızlı yayılan bir salgın hastalık gibidir.
Milletimizin ve devletimizin en büyük düşmanı, haksız kazanç peşinde koşan rantçılardır. Vatan, millet, din, yurtseverlik kavramları onlar için sadece gerçek niyetlerini gizlemek için kullandıkları maskelerdir. Kendi arzuları dışında hiçbir hedefi olmayan bu kişilerin insanlığa katacak hiçbir şeyleri yoktur. Çürümüş bir insan önce kendi şahsiyetini ayaklar altına alır, onu parça parça en yüksek fiyata satmaya çalışır. Kendi onurunu düşünmeyenden, milleti, devleti ve geleceği düşünmesini bekleyemeyiz. Böylelerine “bize ne kadar zarar verdiğinin farkındayız” mesajı net olarak verilmeli, varlıklarının çöpten bile kıymetsiz olduğu hissettirilmelidir.
Peki, bu insanların sebep olduğu çürümüşlüğe karşı ne yapacağız? Hepimiz, Hz. Ömer’in dürüstlük ve adalet hikâyeleriyle büyüdük. Ancak kişilerden onun gibi davranmasını beklemek büyük bir yanılgıdır. Asıl amacımız, kişileri Hz. Ömer gibi davranmaya zorlayacak hukuk kurallarını hayata geçirmek olmalıdır. Bunun için tüm ayrılıkları, tüm yapay düşmanlıkları bir tarafa bırakıp devletimize de sahip çıkarak, ondan güç alarak adil ve şeffaf bir adalet sistemi oluşturmalıyız. Aksi halde çürümüşlük salgınını durdurmamız mümkün olmayacaktır.
Bir yandan da küçük eylemlerle, ahlaklı insanın efsanelerde ya da gökte değil, bugün, burada, aramızda olduğunu gösterebiliriz. Onu, komşusuna yardım edenin ellerinde, öğrencisine umut veren bir öğretmenin bakışında, hiç tanımadığı birine yol gösteren gencin sesinde, haksız kazanca tenezzül etmeyenlerin yüreklerinde görebiliriz. Gerçek ahlak hayatın içindeki küçük anlarda kendini belli eder. Ve oradan tüm topluma yayılarak geleceğin sağlam temel taşlarını oluşturur. Sadece kendimize şunu sormalıyız: Biz hangi taraftayız? Geleceğimizi paçavraya çevirip pazarlayanların yanında mı duracağız, yoksa geleceğe giden yoldaki taşları kaldıranlardan biri mi olacağız?