FATİH GENCER

Tarih: 18.06.2025 01:08

BAHÇIVAN VE ULUSLARARASI HUKUK

Facebook Twitter Linked-in

Batı uygarlığı, özellikle aydınlanma döneminden itibaren kendini insanlığın ve medeniyetin merkezine yerleştirdi. Geri kalan herkesi ise “öteki” olarak tanımladı. Böylece bu yaklaşımı dışlayıcı bir zihniyete dönüştü. Bu zihniyete itiraz eden seslerden biri aslen Polonyalı bir Yahudi olan Zygmunt Bauman’dı. Kendisi modernizmin yol açtığı sorunlara farklı bir pencereden bakan çağdaş sosyolojinin derin isimlerinden biridir. Yahudi kimliği ve II. Dünya Savaşı’nın travmalarıyla şekillenen yaşamı, onu Batı aklının içinden konuşan ama bu aklı cesurca sorgulayan nadir figürlerden biri hâline getirmiştir.
Bauman’a göre modern, seküler Batı zihniyeti, dünyayı kendi normlarına göre düzenlemek ve kontrol etmek ister. Modern akıl, bilim ve teknolojiden aldığı güçle kendini seküler bir “tanrı” mertebesine yükseltir. Artık kendini mutlak hakikatin ve mükemmel düzenin sahibi ilan eder. Nietzsche, “Tanrı öldü” derken aslında bu zihniyet değişiminin sonuçlarına dikkat çeker. Bauman da bu değişimi yani Batı’nın tanrısal arzusunu bahçıvan temsiliyle açıklamaya çalışır. Bu metafor, Batı’nın hem zihinsel yapısını hem de dışlayıcı mantığını anlamanın anahtarıdır.
Bahçıvan nasıl bahçesini düzenlemek, zararlı otları temizlemek, sadece arzu ettiği bitkileri yetiştirmek isterse; modern zihniyet de toplumu aynı titizlikle düzenlemek ister. İstenmeyen unsurları dışlar, kökünden koparır. Bahçıvan kendi müdahalesi olmadan dünyanın düzeninin bozulacağına inanır. Amacı, doğal olanı değiştirmek, doğayı aklınca “ideal” bir nizama zorlamaktır. Üstelik bunu iyilik için, yani bahçeyi güzelleştirmek, toplumu düzene sokmak için yaptığını iddia eder. Fakat modern zihniyetin araçları dışlayıcı, baskıcı ve kimi zaman yıkıcıdır. Yani bu anlayış tahakküm altına alma, sürgün etme, öldürme ve asimilasyonu doğal bir hak olarak görür. 
Afrika’dan Amerika’ya, oradan Uzak Doğu’ya uzanan topraklarda, emperyalist devletler; kendi üstünlük anlayışlarına göre yerli halkları değersizleştirdi. “Eksik” ya da “üretim hatası” olarak gördükleri insanları köleleştirmeyi ve öldürmeyi ise meşru saydılar. Çünkü modern aklın geliştirmiş olduğu faydacı ve bencil rasyonalizm anlayışı Batılı zihniyete amaca ulaşmak için her yolu meşru saymayı öğütlüyordu. Zaten bu zihniyet dünyanın bahçıvanı değil miydi? Bahçesini istediği gibi düzenleme hakkından onu kim alıkoyabilirdi? Nesneleştirdiği ve “hata” olarak gördüğü insanları ayıklamasıyla bir ahlaki tutum sergilediğine inanıyordu. Daha düzenli ve estetik bir bahçe yarattığı için minnettarlık bekliyordu. Ve belki de en korkuncu: buna gerçekten hakkı olduğuna inanmasıydı. 
Seküler, modern aklın ilk kurbanlarından yani bahçıvanın “zararlı ot” olarak gördüğü topluluklardan biri de Yahudilerdi. Sonradan bu topluluğun bir kısmı da Batılı zihniyete dâhil edildi ve onlara Filistin’de bir bahçe bahşedildi. Bahçıvan yeni bahçenin etrafına bölgede daha önce hiç görülmemiş, dikenli bitkiler ekti. Bunlar sadece yeni bahçeyi korumakla kalmadılar, aynı zamanda yerli türlerin gelişip serpilmesini de engellediler. Bu yapay bitkiler bir bahçıvanlık harikasıydı. Görkemli gövdelerini taşıyan kökleri yoktu. Onların bu vaziyette ayakta durması ise bahçıvanın bir mucizesiydi.
Batılıların yardım ve desteğiyle oluşturulan İsrail kurulduğu ilk günden itibaren bahçıvan vazifesini üstlendi. İnsanları varlık ve yaşam hakkından mahrum bırakmayı meşru bir tutum olarak gördü. Bunu yaparken sömürgeci aklın üstenci bakışını ve diğerlerini yok sayan anlayışı benimsedi. Bu anlayış kısa sürede eyleme dönüştü. Böylece İsrail siyasileri durmadan insanları sürgün etti veya öldürdüler. Sadece kendileri için mükemmel bir dünya yaratmak amacındaydılar. Ve bunu başardılar, çölü vahalara çevirdiler. Ama zararlı otları, yani Filistinlileri yok etmiş olduklarını hiç önemsemediler. Ne de olsa bahçıvanın gözünde insanlar hatta bebekler bile düzeltilmesi gereken basit hatalar değil miydi? 
Sınır tanımayan arzuları sebebiyle İsrail Filistin’den sonra gözünü Lübnan’a dikti. Ardından Suriye topraklarını işgal etti. Şimdi de kimseye hesap vermek zorunda olmadığından emin olarak gözünü İran’a çevirdi. Uluslararası hukuk olarak adlandırılan, ne olduğunu kimsenin bilmediği, varlığı yokluğu tartışılır kuralları hep ayaklar altına aldı. Vicdan sahibi insanlar ulusların hukukunun sürekli ihlal edildiğini boşuna haykırıp durdular. İsrail her mütecaviz hareketinde uluslararası hukukun kitabi anlamının bir aldatmadan ibaret olduğunu gösterdi. Bu hukukun gerçek manası şuydu; bahçıvanın makasının kesebileceği kadar zayıf dalları ve sökülüp atılabilecek kadar cılız otları koruyan bir kural yoktur. Kimin korunacağına, kimin budanacağına ise yalnızca bahçıvan karar verir.
Bahçıvan zihniyeti, sadece toprakların nasıl şekilleneceğiyle değil, hangi ölümün ne kadar yankı bulacağını da belirler. Ancak ne yazık ki çağımızda ölümler bile eşit değildir. Bazı kayıplar feryatla karşılanırken, bazılarının etkisi kuru bir yaprağın dalından koparılmasından farksızdır. Bazı yitip giden canlar, ruhu ve bedeni olmayan sıradan rakamlara indirgenirken, bazıları küresel yasa dönüşür. 
Batılı olmayan toplumlar için bu zihniyeti kavramak, yalnızca entelektüel bir uğraş değil, varoluşsal bir zorunluluktur. Çünkü karşılarında duran güç, kendisi gibi olmayanlara dilediği muameleyi yapma hakkını, doğal bir ayrıcalık gibi görür. Aslında kendisini, ötekiler üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilecek bir tanrısal otorite olarak konumlandırır.
Böyle bir zihniyetle sağlıklı ilişkiler kurmak mümkün değildir. İletişime geçme isteklerinde bile gizli bir tahakküm arzusu vardır. Müttefiklik adı altındaki ilişki aslında en ucuz işçilik olarak görülmelidir. Söz konusu zihniyet diğerlerini anlamak değil düzeltmek ister. Bu yaklaşım ekonomik ve askeri üstünlükle destekleniyorsa dostluk çağrısı bile aslında bir boyun eğme teklifidir. Gerçekçi bir diyalog, ancak eşitler arasında mümkündür ve ne yazık ki “bahçıvan zihniyeti” eşitliği en baştan reddeder. 
Peki, bahçıvanın elinde makasıyla dolaşmasına insanoğlu daha ne kadar süre tahammül edecek? Bahçıvan insanlıktan çok şey çaldı; oynanmamış oyunlar, söylenmemiş şarkılar, bir dâhinin ilk cümlesi bahçıvanın makasıyla yok oldu. Bir şairin kalbinden kopan ilk dize, bir umut cümlesi, bir ütopya, bir romanın girişi, hastanın şifa bulacağı eller…ve daha neler neler… bahçıvan hepsini kökünden söküp attı. Gelecekler, umutlar insanların insanlığa katacağı aklımıza gelmeyen nice değerler hepsi yok oldu. Ve bizler, hayatta kalanlar, ölümlere gerekçeler bulup normalleştirenler, kayıpları istatiksel veri olarak görenler… Her bir ölümle insanlığımızın bir parçasının yitip gittiğini bile anlamıyoruz. Tarihin bizi mahkûm edeceği bu utançla yaşamaya ne yazık ki alışıyoruz.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —